DALAKÇI GENÇLİK Aşka Dair

        23.04.11

Anasayfa
Yukarı

 

AŞKA DAİR

Hangi senede ve nerede olduğunun bir önemi yok. Tek önemli olan “sevgi”  denilen somut, elle tutulan, gözle görülen, tüm vücutla hissedilen, etkisi insan ömründen uzun olan o maddenin en yoğun olanını tek seferde içmiş olmamdı.

En büyük sevgiler en büyük tesadüflerin doğurduğu tarantulalardır aslında. Dişi bir şeytan, cazibesi, büyüsü, kokusu vazgeçilmez ve değişilmez bir dişi şeytandır sevgi ... İnsanı öyle mutlu öldürür ki ne kadar acı çekersen kendinle o kadar gurur duyarsın. Yavaş yavaş ve kanayarak. En yoğun sevgiden bahsediyorum, uğruna ölmek değil ; hayatta kalıp onun için acı çekmekten, onun ellerinden ağular içmek için hayata karşı durmaktan,  kendine saygını boş verip sevgine saygı duymaktan bahsediyorum. Her seferinde artık yorgunluktan öleceğini zannedip tekrar ayakta kalmaktan, boğazında bir yerlerde takılıp kalmış, bin yıllardır söyleyemediğin bin yıllar geçse de söyleyemeyeceğin; dudaklarının arasından çıkması için ölüp ölüp dirildiğin ve uğruna binlerce yaşam verdiğin, delicesine özlediğin bir sözcük vardır. İşte bende o kendi sözcüğümü var gücümle haykırmak istiyorum.

Bahardı ve hazirana yaklaşıyorduk usulca. Haziran bekliyor zannediyordum ve hazirana koşuyordum tüm gücümle. Ona yakalandım, daha doğrusu ayağım takıldı. Yere düştüm, elim yüzüm kan içinde. Haziranı bir kenara bırakıp ona baktım ve ilk gördüğüm bir çift mavi gözdü. Gökyüzünden yüzüne yansıyan her bir güneş ışınını içinde toplayıp ta derinlerden bir yerden tekrar dışarı göndermek üzere saklayan ve güneş zerreciklerinin de verdiği parlaklıkla gülümser gibi bakıyordu gözleri.

En güzel renk olur mu? Aslında olmaz. Her renk eşit güzelliktedir. Güzel renk olmamalıydı, ama bu renk şimdiye kadar gördüklerimden güzeldi işte. Hemen oracıkta karar vermiştim. En güzel renk maviydi. Ne altın sarısı saçları ne güneş gibi güzel ve kavurucu yüzü nede anlatmakta güçlük çektiğim diğer güzellikleri hiçbiri ama hiçbiri dikkatimi o gözlerden alamıyordu. Öyle derin bir bakışı vardı ki. O gözlerde ağlamaklı bir ananın çığlığını, yeni doğmuş bir bebenin merakın, yanan sigaranın dumanını, söylenen yanık türküdeki acıyı görebiliyordum. Ve daha neler neler. Anlatacağım birçok şey olur bazen birini anlatırken bir çoğu kalır buda öyle sanki bir çift mavi göz ve yoğun bir sevginin kalbe düşen ilk damlasıydı aslında anlatmak istediğim. Çok sinirli bir anda ağızdan çıkan bir küfür gibi öyle natürel, öyle içten, öyle düşünmeden.

Aşk bir tarantula ne kadar dişiyse o kadar ürkütücü, ne kadar içtense o kadar tehlikeli,  aslında  mavi gözlü bir tarantula  idi karşımda duran. Ve heyecan ve korku o gözlerine ilk baktığım anda tek istediğim tekrar nefes alabilmekti. Nefes almak ciğerlerimi acıtana dek. Ve sözcükler mana kazanabilmek için çırpınan o sözcükler. Harf harf, hece hece içimde özümsediğim, tüm yüreğimle beslediğim o ilk sözcük usulca çıktı dudaklarımın arasından. Korktum. Sanki konuşunca o büyü bozulacaktı. Kelimler havada dağılsın istedim. Olmadı. Atomlar ses dalgalarını direk onun kulağına götürdü ve sarsıldım. Onun beni ilk duyduğu an, ses tonumun deşifre edildiği o an. Ölümle burun burunaydık. Ve hala havada o kelime çınlıyordu.

“Merhaba”

Gözlerim yavaşça kapandı. Uyuşmuş bedenim kendine geldiğinde ise o konuşuyordu. Ne konuştu, ne anlattı hatırlamıyorum bile. Tek bildiğim, hala yaşıyordum. İşte o an ölümdü diye düşünüyordum, oysa zehirli iğnesinin etime ilk batmasıyla vücudumun irkilmesiymiş sadece. Artık biliyorum, etime batırılmış bir iğne vardı ve o şırınga sonuna dek beni zehirleyecekti.

Artık hazirandı. Haziran bana hep mutluluk getirmiştir. Artık hazirandı ve ben sırılsıklam aşık. Zaman kavramı kalmamıştı bende, bense tepe taklak bir yaşam, hep mutlu hep güzel.

İnsan anatomisi gariptir, mutluluğu sürekli yaşayamıyor. Hayatını mutluluğa adayıp istediğini yakalayınca sıkılıp yeni mutluluklar arıyor. Haziran bana hep mutluluk getirir (geçici bir süre için bile olsa) . En korkunç gerçekse haziranın bir gün biteceğiydi.

Ellerim ona dokundu hiç korkmadım, ellerim titremedi. Her haziran sonu ben yorgun olurum, bu haziran ise beni en çok yoran onu sevdiğimi söylemem oldu. Kelimeler boğazımı yırtıp sesimi kısarken her harfte, kan damlıyordu beynime, sanki çarmıhlara geriliyordum. Ve ben en çaresiz hastaydım artık. Gözlerini gördüm tekrar “başardım” der gibi, gözleri aşağılık birini süzercesine yukarıdan ve tiksintiyle baktı bana. Aslında o an anlamıştım haziranın çabuk biteceğini

Giderken hiç bir şey söylemedi. Ardındaysa ben ağlayan, kanayan bir yürekle yapayalnız. Onlarca noktalama işaretinden soru işaretini bıraktı önüme. Ben, kalbim ve soru işareti. Üç yalnız birliktelik. Ben ve kalbim belki suçluydu ama soru işareti şaşkın. “ben ne yaptım sana” diye soruyordu sadece. Bütün gece üçümüz vardık ve bütün bir mevsim üçümüz olacaktık sanki.

Hiç beklemiyordum. Haziran böyle bitecekti ve bitmeliydi de ama yine o geldi kısa konuştu ve gitti. Duyduklarıma inanamadım. Tüm bildiğim fizik kurallarını şimdi teker teker inkar ediyordum. Hem nasıl olurdu ki. Ama, ama söyledi işte

Bende seni seviyorum”

Artık yaşanan her an hazirandı. Ve tarantula kandırmıştı beni. Zehrini benden saklamayı başarmıştı. Kandırılmıştım. Ama ne önemi var ki oda beni seviyordu işte, artık yaşamak zamanıydı. Uçsuz bucaksız karanlıklara tek başına bir denizci feneri olma zamanıydı. Ona doğru koşmaya başladım, var gücümle ve yön kavramından çok uzak, nereye ve ne kadar koştuğunu bilmeden. İnsan gözleri kapalıyken koşamam sanıyor. Oysa ben her zamankinden de hızlı koşmalıydım. Ve artık kendinden emin adımlarla ve her adımım yer küreyi sarssın diye ona doğru dev adımlar atıyordum.

Ve haziran bitti.

Neden ve nasıl tartıştık hatırlamıyorum bile ama kırmıştık birbirimizi. Tertemiz bir havuza bir tutam balçık düşmüştü ve yavaş yavaş tüm yüzeye dağılıyordu. Ve şunu çok iyi hatırlıyorum o ana kadar ağlamanın tam manasını ve nasıl bir şey olduğunu bilmiyormuşum...öğrendim...

Ne yapmam gerektiğini bilmeden şuursuzca dolaştım sokaklarda geceleri ay ışığı sadece insanın acizliğini gösteriyor. Ve kaçamadım. Ben nereye gitsem oda hemen oracığa gelip kıvrılıveriyordu. Tıpkı yerde duran izmarite benziyordum yada tepemdeki bir grup yıldız kümesindeki en sönük olanına. Artık nefes almanın bir anlamı yoktu. Belki de aşkın keskin tarafına sarılmıştım. Ama artık çok geçti. Ben kanıyordum. İpsiz sapsız bir poşet gibi, rüzgarla gezen içi boş ve değersiz.

Ayaklarım beni onun evinin önüne götürdü. Onu çağırmak istedim. “gel ve beni dinle “ demek istedim, ama utandım. Beni böyle görmemeliydi. Ve konuştum onunla benimle konuşması gerektiğini söyledim. Öyle içten ve kendimi ona teslim ederek “gel” dedim.

Tamamen unutmuşum haziran çoktan bitmişti. Onun balkona çıkması veya perdeyi açması onu görmem için yeterliydi ama utandım kendimden. Kapınızın önünde bir köpek gibi bekliyorum  demekten utandım. Soğuk iliğime kemiğime kadar işlemişti. Giden hiçbir şeyin yerine aynısı gelmez bu fizik kurallarına aykırıdır. Ve yeni bir haziran yeni bir mutluluk demekti. Ama hiçbir haziran bana doksan dokuz haziranın getirdiği mutluluğu getiremezdi.

Hep yaşananlar ve yaşayanlar vardır. Ve somuttur. Yaşantının görgü tanığı olamaz. Hayata teğet yaşayamazsın. Ya içindeyizdir; yada dışında. Yaşanılan her şey bir yerde ve bir şekilde bitmek zorundadır. Bir başlangıcı olduğu gibi bir bitişi de vardır. Çünkü yer kürede yaşayan hiçbir şeyin tanrısal özellikleri yoktur. Her başlangıç heyecan verici olsa da bitişler acıklı olur. Ve tam burada fizik devreye girer öğrendiğim fen bilimleri derslerinde eğer beni kandırmadılarsa; biten hiçbir şey tamamen kaybolmaz. Biten her aşk seni bir yığın acı ve anıyla baş başa bırakır. Bazen öyle anlar gelir kapına dayanır ki seni neyin mutlu edeceğini bilemezsin ve hafızana lanet edersin. Çünkü bir çok yaşanmışlar varken, onu hatırlamak kalbine batırılan ucu kızgın şiş gibi dağlar yüreğini. Türk Dil Kurumu halt etmiş; kalple yürek aynı şey değildir. Ve yüreğin seni her fırsatta kandırır. Kalbinse duygudan arınmıştır. Düz ve mat, sadece kan alıp verir, bir tüccar gibi.

Biten şeyleri yerine getirmek istersin; işte o an yüreğin girer devreye. Seni engeller. Sense sadece seyredersin olanları gözlerindeki iki damla yaş ile.”Seni hala deli gibi seviyorum” asıl söylemek istediğim buydu. Ama hangi prangalar takılı ki yüreğime, bileklerime söyleyemiyorum.

Sevgiden bahsediyorum hala. Ve yeryüzündeki kişi başına düşen oksijen miktarı azaldığı sürece de bahsedeceğim. Onun için ağlamak değil onun kolundan tutup birlikte sonsuzluğa koşmaktan. Sevgiden bahsediyorum, katı ve susuz yutmaya çalıştığım büyük lokmadan. Nerede ve ne zaman yaşandığının ne önemi var. Zaten gerçek sevgi bir ömür ve her yerde yaşanmaz mı? Gerçek sevgi diyorum. Birlikte yıldızları saymak değil, unutmak ve unutulmak adına çabalamaktan...

 

                                                                                                   18.01.2000   Ulaş KÖKSAL       

 

Anasayfa

Tarih: 22.04.11