YILANCIK
Çocukluğum köyde geçti, bazen o günleri
nasıl özlüyorum bir bilseniz.
Evimiz köyün harman yeri denilen en uç
köşesindeydi . Dedem ile Fati ebem yapmışlardı bu evi , kerpiçten , kendi
elleriyle . Köydeki çoğu evler gibi moderen olmasa da bize yetiyordu .
Büyükçe bir de bahçemiz vardı ; bahçe
ki , geniş mi geniş . Ceviz haricinde her tür ağaç vardı bu bahçede ; kiraz
, erik , zerdali , elma...
Bazen arkadaşlarımızla ve kardeşlerimle
en uçtaki zerdaliyi koparmak için aramızda yarışır , üzeri yamalı
pantolonlarımızı yırta yırta dallara tırmanırdık.
Yaz kış giydiğimiz soğuk kuyu denilen
siyah ayakkabılarımız da bu arada bir güzel yırtılır , şekli değişmiş
pantolonlarımız daha da başka bir şekle girer , haliyle ebemden de fırçayı
yerdik :
- Size demirden çarık olsa dayanmaz .
Efendim , nerde şimdiki gibi imkanlar
ve elbise bolluğu . O zamanlar yamalı elbise giymemiş insan gösterin bana
. Öyle ki bazen yama üstüne yama vurulduğu bile olurdu .
İnsanlarda para namına pek bir şey
bulunmaz , mesela köyün tek dükkanından bir şey alacağınız zaman
karşılığında yumurta veya ne bileyim bir çinik buğday teklif ederdiniz.
Okuldan sonra arkadaşlarımla özgürce
gezer , bahar ayları gelince dağlara kuzu kulağı ( ekşimen ) , çiğdem veya
mantar toplamaya giderdik .
Azarız da başımıza bir şey gelir diye
bizimkilerin endişelenmesine aldırış bile etmez , öyle ki bizleri
vazgeçirmek için anlattıkları falanca dağın dibinde yaşayan doğaüstü
yaratıkların marifetlerini faltaşı gibi açılmış gözlerle dinler , ama yine
de bildiğimizden bir karış geri kalmazdık .
Haşarıydık anlayacağınız , ama
özgürlüğümüzü de doyasıya yaşıyorduk , olmasa da şimdiki yeni yetmeler gibi
pahalı pahalı oyuncaklarımız , bisikletimiz...
Köyde herkesin bahçesi vardı ve her
evin bahçesinde de bir yığın meyva ağaçları ... Kavun karpuzdan tutun da
mısıra varıncaya kadar bir çok sebze ve meyve de yetiştirilirdi.
Biz , muzur uşak kısmı , kendi
bahçemizde yetişen meyveleri bırakır , el alemin bahçesine dadanırdık . Dere
boyunca sinsi sinsi yaklaşır , gözcü diktiğimiz arkadaşın işaretiyle bir
anda dereden fırladığımız gibi komşu Sakine Bacı'nın bahçesini domuz sürüsü
dalamışa dönderirdik.
Bahçe yolmak
gibisi var mıydı , o heyecanı yaşama düşüncesi bile bizleri baştan çıkarmaya
yeterdi de artardı bile . Yakalanırsak tabii , yediğimiz dayağın da haddi
hesabı olmazdı.
Nasıl oldu bilmiyorum , galiba böyle
bir bahçe yolma eylemi esnasında olsa gerek , yere düşüp ayağımı
yaralamıştım . Ama hiç oralı bile olmadım , hem zaten her Allah'ın günü
yerlerde değil miydik .
Fakat gel gör ki bacağım üç-beş gün
sonra iltihaplanmış , mosmor kesilmişti . Geçer diyerek bunu da umursamamış
, yarı topal bir vaziyette bir kaç gün daha durumu idare etmeye çalışmıştım
.
Etmiştim etmesine de , bacağım öylesine
morarmış , öylesine şişmişti ki , yürümek artık imkansız hale gelmişti .
Köyde doktor da yok , sağlık ocağı
da...
Diyeceksiniz , peki insanlar
hastalandığında ne yapıyorlardı ?
Aslında köylü prensipte Allah'a
emanetti . Hastalandığında ya ebe karı ilaçları ile ya da iki
elham bir kulfulu tuz çevirerek veyahut da kurşun döktürerek
iyileşmeye çalışır , iyileşemeyince de acılar içinde kıvranırdı . Öyle ki
böyle anlarda ölümü kurtuluş olarak bilirdi köylüler.
Bir de köyümüze yakın Dalakçı adlı bir
başka köyde Kırmı Osman adında bir doktor vardı !
Bu adam aslında doktor moktor değildi .
Askerliğini yaparken bir doktorun yanında getir-götür işleri yapmış , fakat
akıllı , uyanık bir insan olduğu için doktorun yanında , hasta muayenesi
esnasında gördüklerini ezberlemiş , bu arada garibanların kalçasında da
deneme yanılma yoluyla iğne vurmasını da öğrenmişti . İşte bizim Dalakçılı
Kırmı Osman'ın bütün doktorluğu bu .
Köylü gariban çok sıkışır , yaptığı iki
elham bir kulfulu tuz çevirme de yararlı olmaz ve çektiği acılar da
dayanılmaz boyutlara ulaşırsa ancak , doktor Kırmı Osman'a müracaat ederdi .
Köyün tek minübüsü ve sahibi , yaz
gelince bilmem kaç kile buğday verme vaadi ile ikna edilir , dosdoğru doktor
Kırmı Osman'ın köyü Dalakçı'nın yolu tutulurdu .
Tabii doktor Kırmı Osman da doktorluğun
verdiği özel ayrıcalıkla her zamanki gibi cahil köylüyü ''Ulan hiç mi
tarladan tapandan , bağdan bahçeden çıkan ot çöp yemedin? '' diye önce
iyice bir azarlar , hastanın vitaminsiz kaldığı teşhisinden sonra , o
zamanlar çok moda olan ve gerekli gereksiz herkese vurulan penisilin
iğnesini de yapar , doktorluğunun hakkını bir güzel verirdi .
Vatandaş da Kırmı Osman'a muayene ve tedavi ücreti olarak artık kaç tavuk ,
kaç horoz verir , o da aralarındaki anlaşmaya bağlıydı .
Neyse efendim ; dedim ya bacağımın
diz kapaktan alt kısmı iltihaplanma sonucu davul gibi şişmiş , yürüyemez
hale gelmiştim .
Tanı , teşhis derhal konulmuştu
: Yılancık...
- Amanın Fati Bacı , sakın ola oğlanı
şehirdeki doktorlara gösterip neytmeyin , bacağını keserler yavrumun
Alimallah .
Köyümüzde Iraz Bacı
adında bir de ebe karı vardı ; kırık , çıkık , yaralanma
konularında oldukça uzmandı , arasıra gelinlere doğum da yaptırırdı .
Yürüyemez halde olduğumdan Fati ebem
beni sırtına yükledi , doğru Iraz Bacı'nın evinin yolunu tuttuk .
Iraz Bacı , ilk muayene ve durumun ne
kadar vahim olduğunu belirten mimik hareketlerinden sonra Fati ebeme beni
kesinlikle şehirdeki doktorlara göstermemesi gerektiği konusunda uyardı . Bu
sözler üzerine , adeta davul gibi şişmiş bacağımın görünüşü sanki durumun
vehametini ortaya koymuyormuş gibi , gerek Fati ebem gerekse de etrafta
toplananlar vaha tühe , diz dövmeye başladılar .
E , o halde ne yapılacaktı , ayağım
kendiliğinden iyileşemeyeceğine göre ?
Ben bu düşünceler içerisinde , çektiğim
ağrıdan sızıdan dolayı bir teselli sözü beklercesine etrafa yalvaran
bakışlarla bakarken , kapıda , elinde keskin bir jiletle Iraz Bacı göründü .
N'oluyorduk yahu , o jilet de neyin
nesiydi ?
Fati ebemi , beni şehre götürüp de
çocuğun bacağını kestirme diye sıkı sıkı tembihleyen Iraz Bacı'nın bizzat
kendisi mi yoksa bu kesim-biçim işini halledecekti ?
Tam da düşündüğüm gibi...
Ben daha davranıp da topal topal da
olsa kaçmaya fırsat dahi bulamadan bir anda etrafımdakiler , Fati ebem başta
olmak üzere üzerime çullanıverdiler . Gafil avlanmıştım...
Biri ikisi bacağıma sımsıkı yapışmış ,
diğerleri ellerimi oynatmıyor , Fati ebem de bir taraftan kafamı tutuyor ,
diğer taraftan da yalvaran , feryat eden , imdat bekleyen çığlıklarımdan
fevkalede etkilenmiş olsa gerek , gözlerinden yaşlar boşanarak beni teselli
ediyordu .
Operatör Doktor Iraz Bacı narkozsuz
markozsuz ve de dut ağacının altındaki oldukça steril bir ortamda bacağımı
jiletlemeye başlamış , beni bir güzel ameliyat ediyordu . Bacağıma atılan
her jilet , beraberinde kana karışmış irini de dışarı çıkarıyor , ortaya
çıkan çirkin manzara da haliyle Iraz Bacı'nın asistanlarını irkiltiyor ,
gerilmiş surat hatlarıyla iiiyy felan diyorlardı .
Atılan her jilet sonrası sanki içimde
bir şeyler eriyip gidiyordu . Ağlamak sızlanmaktan ve acıdan ağrıdan bitkin
bir hale gelmiştim .
Bacağımın iltihaplı bölgesine tam kırka
yakın jilet atan Operatör doktor Iraz Bacı ameliyata daha fazla devam
edememişti .
Ben bu narkozsuz ameliyattan artık
tamamen kurtulduğumu zannediyordum . Mesuttum...
Meğerse öyle değilmiş .
İki gün sonra Fati ebem ve Zeynep
teyzemin , hain bakışlarla yanıma yaklaştıklarında niyetlerinin bozuk
olduğunun farkına varmış , yerimden doğrulduğum gibi topal topal kaçmaya
başlamıştım .
Ben önde , onlar arkada , bir
kovalamaca başlamıştı . Fakat topal ayakla ne kadar kaçabilirsiniz ki .
Çok sürmeden beni yakalayıp da evin
ilerisindeki iğde ağacının altında kıstırıp yere yatırmaları bir oldu.
- N'olur Teyze , yapmayın teyze !
Bacağımı yine kesecekler diye yerden ,
gökten , hatta iğde ağacından bile medet bekliyordum . Fakat heyhat ,
kaderde bacağımın ehil ellerde kesilmesi varmış !
Zeynep teyzem bir taraftan dizleriyle
sıkıca bacağımın üstüne çöreklenirken , diğer taraftan da ağıdıma sızıma ,
yalvarmalarıma dayanamıyor , yeğenine olan merhametinden sicim gibi
gözyaşları akıtıyordu .
Fati ebem de ağlıyordu teyzem gibi ,
hüngür hüngür...
Ama kesilmek de benim kaderimdi ,
şehirdeki doktorlar insana merhamet etmez , adamın bacağını diz kapak
altından keser atarlardı alimallah , hiç onlara güvenilir miydi .
Tam elliye yakın jilet attı operatör
doktor Iraz Bacı'nın yanında asistanlık yapan Fati ebem ; derin derin
üstelik , irin daha iyi çıksın diye .
Sonra nekahat dönemi başladı . Ben
duymamıştım ama , beni ilk olarak ameliyat eden Iraz Bacı , Fati ebeme
gizlice şunları söylemişti :
- Fati Bacı , ben daha devam
edemeyeceğim . Sen oğlanın bacağını iki gün sonra yeniden jiletle , irin
iyice çıksın . Daha sonra yeni kesilmiş taze koyun kuyruğunun içine
bir feriği ( tavuğun genç olanı ) olduğu gibi ezip koy ve bunu
oğlanın bacağına sar ...
Nekahat döneminde denileni aynen
yapacaktı yapmasına da Fati ebem , taze kesilmiş koyun kuyruğunu nereden
bulacaktı , ferik dersen kolay , sürüsüyle..
Allah'ın bir lütfu mudur nedir , tam da
o sırada köyde birisi adak olarak bir koyun kesmişti , sevap olur diye de
kuyruğunu bize verdiler .
Fati ebem , denildiği üzere feriğin
sadece tüylerini yolmuş , geri kalanını da olduğu gibi ezerek koyun
kuyruğunun içine yerleştirmişti . Daha sonra da bir bezle bacağımın yaralı
bölgesine bağladı .
İki gün boyunca ağrıdan sızıdan
uyuyamadım , heleki bacağımdan etrafa öyle bir de dayanılmaz koku
yayılıyordu ki , insanın burnunun direği sızlar .
İkinci gün sonunda Fati ebem bacağıma
bağlı koyun kuyruğunu çözdüğünde manzara dehşetti : Dayanılmaz bir
şekilde kokan koyun kuyruğunun içi kan , irin ve pislikle dolmuştu .
İrin boşaldığı için bacağımın şişi
iyice inmişti . Öyle ki topal da olsa adım bile atabiliyordum artık .
Bir hafta sonra ise bacağımın şişi
tamamen indi , iyileşmiştim artık .
Aradan yıllar geçti , bacağımın o
bölgesinde atılan derin jilet izleri hala duruyor , hatta o bölgede kıl
bile çıkmıyor .
Tamamen ilkel şartlarda
yapılan bu tedavi sonucu nasıl olup da iyileşebildiğime ise hala
daha bir türlü akıl sır erdiremiyorum .
Karacaören li
Yakup Cemil |